29 Mayıs 2007 Salı

Liberal Feminizm

feminizm ve liberal feministler
giriş
insanoğlunun geliştirdiği tüm düşünce ve yönetim sistemlerinin temelinde, kadın ve onun nasıl olmasıyla ilgili kurallar bütünü yer alır. sadece beşeri sistemlerde değil, ilahi sistemlerinde odak noktasında kadınlar ve onların yeniden inşası vardır. her ulus yaşadığı siyasal değişimlerde kadına yeniden bir kimlik ve rol oluşturmuştur. fransız devrimi, bolşevik ihtilali, türkiye’de cumhuriyet’in ilanı, iran’daki devrim…, her biri, kendince, kadını adeta yeniden tanımlamıştır.hatta üçüncü dünyada kadınlar, meşruluk, ulusallık, kültürel özgürlük, reform ve gelişme yönünde yürütülen mücadelelerin simgesi olmuştur. kadın konusundaki tutumlar ve reformlar eski düzenin yıkılmasının, eskisiyle bağların koparılmasının en önemli göstergelerinden biri sayılmaktadır. iktidar için mücadele eden veya devlet iktidarını ele geçiren grupların varolan hakim ideolojilerinden kendilerini ayırmak için dayandıkları noktalardan biride kadının toplumdaki yerini değiştirici öneriler olmaktadır. (çağatay, soysal:1993-328)feminizm devrimlerden çok fazla etkilenmiştir(bu devrimlere amerika ve fransız devrimleri’de dahildir)(giddens-2000:543)liberal feminizm ana akım feminizm (mainstrea feminism) diye de anılan bu kol, medeni hakların kazanılmadığı ülkelerde çalışmalarını halen sürdürmektedir. bu çalışmada; kadınların kendileri için, kendileri olma yolunda katettikleri yol haritasını genelde ‘feminizm’i önceleyerek, özelde de ‘liberal feminizm’i göz önünde bulundurarak incelemeye çalışacağız. bunu yaparken önce liberalizmin tanımını, feminizmin alt başlıklarını ve liberal feminizm ele alınacaktır. akabinde feminizmin türkiye’deki seyrini, medyada kadınların işlenişini ve bunun feminizme etkisi ile son olarak ta, türkiye’de feminizme getirilen eleştiriler ele alınacaktır.liberalizmliberal düşünce, bireycilik, özgürlük, sınırlı devlet ve piyasa ekonomisi taraftarıdır. liberalizmin temelini bireysel(doğal) haklar kuramı ile adalet oluşturur. john locke ile başlayan liberal düşünce, temelde insanı hak sahibi bir özne(birey) olarak değerlendirir. bu değerlendirmenin sonucu olarak ta; bireyin doğuştan sadece insan olması nedeniyle sahip olduğu dokunulmaz ve devredilmez haklarla çevrelenmiş bir özel alanın her türlü dış müdahaleye karşı güvence altına alınmak istenmesidir. liberalizmin serbestliğe verdiği bu temel önem, her bireyin bu serbestlik alanına sahip olmak bakımından diğerleriyle eşit olduğu anlamında bir eşitlik anlayışıyla bütünleşmiştir. liberalizme göre bu bakımıdan insanlar arasında her hangi bir ayrım yapılamaz(köker-1998:57-58). ayrıca liberalizm, devleti bireylerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alan bir kurumsallaşma olarak anlamaktadır (köker-1998:62). bu kavramlara dayanarak ortaya çıkan liberal feminizm, 300 yıllık bir geçmişe sahip olup 18. yüzyılda kadın ve erkeğin doğal olarak eşit haklara sahip olma gereğini savunmuş, 19. yüzyılda yasalar önünde eşitlik, mülkiyet hakkı, oy kullanma hakkı istençleriyle mücadelesini sürdürmüştür. sanayide istihdam edilen eşlerinden kopup evlerinde atıl ve bağımlı hale gelen kadınlar eşit hak ve iş için uğraşlarını sürdürmüş, yavaş yavaş düşük ücretlerle istihdam edilmeye başlamışlardır. ancak sürecin bir yerlerinde siyasal haklara sahip olunmadan hiçbir şeye sahip olamayacaklarını anlayan feministler 20.yüzyılın ortalarına kadar süren “medeni haklar”mücadelesini başlatmışlar ve bu doğrultuda medeni yasanın değişmesini dünyanın birçok ülkesinde sağlamışlardır.feminizmin altbaşlıklarıekofeminizm,fransız feminizmi,radikal feminizm ,liberal feminizm ,lezbiyen feminizm ,marksist feminizm ,sosyalist feminizm ,pop feminizm ,islamcı feminizm ruhsal feminizm ,maddi feminizm ,postmodern feminizm ,varoluşçu feminizm ,pro-seks feminizm(seksüel açıdan liberal feminizm, seks-pozitif feminizm diye de bilinir) ,post-kolonyal feminizm ,amazon feminizm ,kültürel feminizm ,anarko-feminizm, üçüncü dalga feminizm , kadınizm (womanism) liberal feminizmfeminizm, kimilerine göre; adı konulmuş bir kadın hareketi olarak ilkin 19. yy. sonları ile 20. yy. başlarında ortaya çıkmıştır.1. dalga feminizm olarak da adlandırılan ve kadınlar tarafından yürütülen bu toplumsal ve siyasi mücadele daha çok avrupa merkezli olarak gelişmiştir. dile getirilen talepler itibariyle liberal bir toplumsal tasavvurdan yola çıkılmış ve kadınlar için siyasi katılım, ücretli çalışma ve eğitim hakkı istenmiştir. eşitlik feminizmi olarak da tanımlayabileceğimiz bu hareket çerçevesinde kadınların, erkeklerin sahip olduğu haklardan eşit olarak yararlanma hakkı savunulmuştur. bu çerçevede kadının özgürleşmesi kamusal alana çıkışla eşleştirilmiş ve siyasi mücadele bu problematik etrafında geliştirilmiştir. aydınlanmacı liberal feminist teorinin anlaşılması için doğal haklar doktrinini incelemek gerekmektedir. doğal haklar doktrinini erkekler geliştirdiği için, varsayımlarında; doğal haklara sahip olan kişiler olarak ailelerin efendileri olan erkekleri saymışlardır. ancak doğal haklar geleneğinden gelen feminist kuramcılar kadınların birer vatandaş olarak, erkekler ile aynı temel haklara sahip birer “insan” olduklarını ileri sürmüşlerdir(donovan-2001:16-23).donovan’a göre temel doğal haklar doktrinini kadınlara uyarlayan en erken girişim , elisabeth cady stanton’dur. (1848-duygular bildirisi)yine donovan “feminist teori” adlı eserinde, aydınlanmacı liberal feministlerin etrafında birleştikler temel düşünceleri şöyle belirtir:1- akla inanç. wollstonecraft’a göre akıl ve tanrı eş anlamlıdır.birey, aklı içinde tanrısal bir kıvılcım barındırır; bu kişinin vicdanıdır.wright ve sarah grimke gibi feministlerin, gerçeğin en güvenilir kaynağının herhangi yerleşik kurum ve gelenek değil, bireysel vicdan olduğunun göz önünde tuttuklarını belirtir.2- kadının ve erkeğin ruhları ile akılcı yeteneklerinin aynı olduğu inancı.3- toplumsal değişime ve toplumun dönüşümüne etki etmenin en iyi yolunun eğitim-özellikle eleştirel düşünebilmek için eğitilmek-olduğuna inanç.4- bireyin diğer bireylerden ayrı olarak gerçeği arayan, akılcı ve bağımsız bir aktör olarak hareket eden ve haysiyeti bağımsızlığına bağlı olana yalnız bir varlık olduğu görüşü.5- sonuç olarak, aydınlanma kuramcıları, doğal haklar doktrinine bağlı kalmışlardır.(donovan-2001:27-28)liberal feminist akımını 19.yy’da kuramsallaştıran düşünürler: mary wollstonecraft, frances wright, sarah grimke, elisabeth candy stanton, sojourner truth, susan b. antony, harriet taylor, j. stuart mill.(sevim-2005:55) olarak sıralanabilir. bu kuramcıların en belirgin görüşlerini belirterek devam ediyoruz.wollstonecraft’a göre; gerçek anlamda eğitim ve eleştirel düşüncenin geliştirilmesi ile kadınların tinsel olarak yetişmeleri ve ruhsal olarak gelişmeleri mümkün olacaktır. wollstonecraft, rousseau’nun erkeklerin ve kadınların farklı düşündüklerine ilişkin fikrine karşı çıkar: o’na göre; akıl her insanda aynıdır. kadın farklı yada yanlış akıl yürütürse, bu onun eğitimindeki eksiklikle ilgilidir. wollstonecraft,, kadınların bazen ağaçları görüp, ormanı göremediklerini itiraf etmektedir. wollstonecraft, bireyselcilikteki aydınlanma inancını da paylaşır. o işin erdemine tamamiyle inanmaktadır. ahlaki konulardaki çifte standarta karşı çıkarak erkek iffeti üzerinde durmaktadır. wollstonecraft , bir akılcı ve stoacı olarak, eleştirel düşünmenin bireyi sadece fiizksel varlığını akılsızca yinelemekten özgürleştireceğine ve uygun bir eğitimin kadının erkeğe hizmet etme rolüne boyun eğmesini engelleyeceğine inanmaktadır. (donovan-2001:32-33)frances wright, locke ve bentham gibi ampiristtir. wollstonecraft’la birlikte; boyun eğdirilerek aldatılan kadınlar, bu aldatmacayı eleştirel düşünce ile deleceklerdir inancını paylaşmaktadır. wright, diğer feministlerin aksine tanrı tanımazdır. dolayısıyla dini kadınların bağımlılığının sürdürülmesinde en önemli güçlerden biri olarak gördü. wright’da,diğer liberal feministler gibi kadınların kamu önünde konuşmalarına karşı ön yargılarla ilgilenmek zorunda kalmıştır. wright, bentham’ın etkisinde kalarak, kadınların eşitliği için faydacı fikirler geliştirir. “soyutlamaları bırakalım bir kenara ! diyerek, “olgu gerçektir” savını öne sürer. wright’da wollstonecraft gibi aydınlanma inancındaki eleştirel düşünmenin iktidara bağımlılığı yok edeceğini ve kadınların baskı altındaki diğer gruplarla birlikte bağımlı olma konumlarından kurtulmalarının mümkün olduğunu anlatmıştır. (donovan-2001:33-37) sarah grimke, liberal düşünce içerisinde kadıjın bağımlı konuma itilmesine karşı geliştirilen en inandırıcı iddiaları ortaya koymuştur. diğerleri gibi, grimke’ de eleştirel düşünmenin yararına inanmıştır; kadınların doğal haklarının erkekler tarafından tanınmadığını ve kadınlarla erkeklerin ahlaki ve düşünsel açıdan eşit olduklarını ileri sürmüştür. grimke’nin eleştirel gücü, kadınlara uygulanan baskıyı meşrulaştırmak için kullanılan kutsal kitaptaki temel bölümlerle ilgili yaptığı metin analizlerine dayanmaktadır.grimke; “kadının varlığını, tıpkı bir köle gibi efendisinin varlığında eriten korunak kavramının” ilk feminist eleştirisini yapmıştır. grimke’nin tüm analizi wollstonecraft’ınkine benzemesine rağmen radikal feminist düşünceyi wollstonecraft’tan daha ileri götürmüştür: bir sınıf olarak erkekler, kadınları kendilerini memnun etmeye koşullandırırlar, kadınların uygun bir eğitim alma imkanlarına ve eleştirel analiz güçlerini geliştirmelerine karşı çıkarlar. grimke, kadınlık sorununu kadınların dış görünüşleriyle birlikte eleştirir. bir çok kadının giyimindeki hafif meşrepliğin, onların ahlaklı ve erdemli varlıklar olarak ciddiye alınmasını engellediğini belirtir. grimke, kadınların özel alana ait oldukları ve kamusal sorunlarla ilgili akılcı düşünmelerinin uygunsuz olduğu fikrine karşı çıkarak, kadınları ve erkekleri kamusal ve özel alana yerleştirmenin geleneklerin keyfiliği ile ilgili olduğunu savunur. grimke sonuçta: analizi olarak erkeklerin ve kadınların doğal olarak eşit ve ontolojik olarak aynı olduklarını varsayan aydınlanma düşüncesine dayanır. (donovan-2001:37-42)elisabeth candy stanton, aydınlanma teorisini geliştirerek daha rafine hale getirir. o’na göre cinsler aynıdırve eşit haklar hak ettiklerini iddia etmektedir. stanton, o dönemin geçerli olan; kadınların zayıf, beceriksiz ve saf, dolayısıylada erkekler tarafından dünyanın kötülüklerinden korunması gereken varlıklar olduklarını söyleyen “gerçek kadınlık kültü”ne karşı putları yıkmıştır. stanton’un temel liberal tezi, birey olan kadınların kendi ayakları üzerinde durabilmeleri için haklara sahip olmaları gerektiğidir. stanton, wollstonecraft gibi, “kişinin bireysel egemenliğini hatırlaması kadar karakterine hiçbir şeyin erdem katamayacağına” inanır. (donovan-2001:42-46)susan b. anthony, radikal feminist bir duruşu benimsetmek için doğal haklar öğretisinin ötesine gider. kendisi bir kuramcıdan çok, siyasi bir örgütleyicidir. o’na göre her vatandaşın oy verme hakkı vardır.anthony, kadınların kendi görüşlerini yönetim yoluyla ifade edebilmelerinin hiçbir yolu olmadığı iddiasındadır. bu iddiayla 19.yüzyıl liberal feministlerinin şikayetlerini paylaşmaktadır. (donovan-2001:46-50)kadın hakları hareketinin kökenleri, kölelik karşıtı hareketin içindedir. bu bağlamda sojourner truth; ”siyah erkeklerin haklarını kazanmaları konusunda büyük bir hareket oluşmuşken, siyah kadınlar hakkında tek bir kelime dahi edilmediğini”, dolayısıyla bu durumun “siyah erkekler haklarını aldıkları hadleş siyah kadınlar haklarını alamazlarsa, siyah erkeklerin kadınların efendileri olacağı” uyarısında bulunur. (donovan-2001:51-54) harriet taylor, kadınlar için tüm kamu kurumlarını ve mesleklerini içeren tam bir sivil ve siyasi eşitlikle birlikte, evlilikle ilgili tüm yasaların kaldırılmasını da öneriyordu. (donovan-2001:55)j. stuart mill, faydacı ilkeleriyle ingiliz liberal geleneği içerisinde kalır. mill, kadınların durumunum protesto etmek için faydacı yaklaşımın “en fazla sayıda insana en fazla iyi” iddiasını kullanır. amacı , bu sayede her bireyin en fazla mutluluğu tecrübe edebilecek olması, kadınların özgürleşmesini meşrulaştıracaktır. mill’de akıldışı gelenek ve ön yargıları eleştirirken kadınlara belirlenmiş ve sını9rlanmış alanlarının dışına çıkmaları için yeni fırsatlar vermek amacıyla bu tür geleneklerin akılcı bir çözümlemesini talep eder. mill’in vardığı sonuç; kadınların bağımlılık konumlarını sürdürmelerinin nedeni geleneksel rölün devamından öte, erkeklerin onları orada tutma isteğidir. kadınları kamusalın dışında tutmanın temeli, “ erkek cinsinin çoğunluğunun, henüz eşitleri olan bir kadın ile birlikte yaşama düşüncesine tahammül edememesinden dolayı, kadınların ev hayatındaki ikincil konumlarını sürdürmeleri isteğidir. (donovan-2001:57-59).kuramcıların fikirlerini inceledikten sonra aydınlanmacı liberal feminist teoriye getirilen itirazları dikkate alarak, kuramsal bölümü bitirelim.1. liberal çözümleme özel alanı dokunmadan bırakmıştır.2. kadınlar ve erkekler arasında gerçekten “ontolojik” farklar olup olmadığı cevapsız kalmıştır.3. freudcu feministlerin iddia ettiği: ataerkil medeniyetin kadınlığı bastıran, red eden ve boyun eğdiren eril itki üzerine kurulduğu tezine liberal siyasi teori ilgisiz kalır ve kamusalın özeli, erilin dişiyi ahlaki olarak bastırmasını, kadınların ve organik doğanın alçaltılmasını onaylar.(donovan-2001:61-67)türkiye’de feminizmin seyrifeminist akımların güçlenmesi, kadınların bir sosyal kategori olarak incelendiği araştırmaların çoğalmasına sebep olmuştur(çelebi-1990:1). feminizm bir şekilde dikkatlerin kadında toplanmasını sağlamıştır.gülnur savran’ a göre; feminizm, türkiye’de 12 eylül sonrası solun, kendi geçmişini değerlendirme imkanını bulduğu noktada çıktı. feminizm zaten kentli kadın hareketi olacaktır, köylü kadın hareketi olmayacaktır. tekeli’de feminizmle, 12 eylül sonrası gelişmelerle ilgili benzer saptamada bulunmaktadır (tekeli-1993:33).şirin tekeli’ ye göre ise türkiye’de feminizm ilk kez 1980’lerde gündeme gelmedi. kökleri 19 yüzyılın sonlarına giden yüz yıllık bir geçmişi var (tekeli-1986,1989,1990,sirman-1989,kandiyoti-1987.akt:tekeli-1993:30) tekeli bu dönemi üç evrede inceler. birinci evre; ıı. meşrutiyet döneminde kurulan kadın dernekleri ve bunların suffraget hareketin başını çektiği uluslararası feminist harekete duyarlı ancak, orta sınıf osmanlı kadınlarının kendi günlük yaşam deneyimlerinin eleştirisinden beslenen dönem. ikinci evre; bu ilk hareketin taleplerini özümseyerek medeni kanun(1926) ve oy hakkı getiren anayasa değişikliğiyle(1934) bir devlet feminizmi ortaya çıkmıştır.(tekeli-1993:aynı yer)198o yılların ikinci yarısında feminizm (kadın hareketi) kamuoyunda meşruluğu giderek kabul gören bir hareket haline geldi(tekeli-1993:34). öyleki; bütün siyasi partilerden bağımsız olmaya büyük özen gösteren, sorunum var diyen bütün kadınlara açık olma ilkesini benimseyen bir feminist hareket aynı zamanda demokratik yapısı ve örgütlenme tarzıyla türkiye’nin bu güne kadar tanıdığı en ademi merkeziyetçi, katılımcı(doğrudan demokrasi) ve çoğulcu toplumsal hareketidir de aynı zamanda. (tekeli-1993:35).türkiye’de feminizmi en popüler hale getiren ve kamuya mal eden, kişi olarak adeta feminizmle bir anılan şahıs, duygu asena’dır. yazdığı kitaplar en çok satan ve okunanlar listesine giren, dönemine göre çok uçuk bir cinsel özgürlüğü ve aile yaşamını öneren yaklaşımıyla, hemcinsleri kadar erkeklerinde ilgisini çekmiştir. onun seksenli yıllarda yazdıkları, doksanlı yıllarda okuyucudan büyük rağbet görmüştür.özal’lı liberal yıllarda, aile biçimlerinde feminizm, kültürel çeşitlilik(giddens-2000:153) yaratmıştır.1935 de kadınların erkeklerle aynı haklara sahip oldukları savıyla türk kadınlar birliği kapatılarak, tabandaki bağımsız kadın hareketine son verildi. kendilerini feminizmden çok kemalizmle özdeşleştiren bu kuşak feminizme sırt çevirdi. böylelikle cinsler arası eşitliği imkansız kılan medeni kanun’un bu özelliği kadınların gündeminden çıkmış oldu (tekeli-1993:31).kadınların bilinçlenmesi bakımından batı’ya göre en az on yıl kaybedildi. .(tekeli-1993:33)1980’lere gelindiğinde, kadın haklarının savunulması cumhuriyet’in resmi ideolojisi olduğu ve yasal düzeyde kadın hakları genellikle kabul gördüğü için tartışmalar esas olarak bu hakların anlamı, devletin bu hakları hangi bağlamda ve hangi koşullarda savunduğunun sorgulanması noktalarında odaklanmıştır.(tekeli-1982. akt: çağatay,soysal:1993-328)ulusal devletin inşa sürecinin kendisi, kadınların siyasal ve ekonomik düzen ile bütünleştirilmelerini (entegrasyonunu) gerektirmektedir. toplumsal cinsiyet sorununun üçüncü dünya devletlerinin gündeminde yer alması, feminizmin bağımsız bir hareket, bir ideoloji olarak benimsenmesi, gelişmesi anlamına gelmediği gibi, kadın sorunlarının ele alınma bağlamları, kadın örgütlenmesi açısından, genellikle çelişkili sonuçlar ve anlamlar içermektedir. devletin girişimleri zaman zaman feminist, özellikle liberal feminist siyasetlerle paralellik taşımakla birlikte, aynı girişimler, devlet tarafından gündeme getirilmeleri ve reformist nitelikleri yüzünden bağımsız feminist örgütlenmeleri engelleyici özellikleri de içlerinde barındırırlar.(çağatay,soysal:1993-329)türk toplumunda kadının algılanışı; bir bakanın yabancı parlamenterler için sarf ettiği malum sözlerle çok net ifade edilmektedir.bu durumu f. berktay, sosyolojik ve kültürel gerçek olarak yorumlarken erkeğin kadını “öteki”si olarak kurguladığını ve bir nesne olarak algıladığını, aradaki iktidar ilişkilerinde kadını “aşağı olanı” temsil ettiğini. pitagoras’ın düzen-kaos ilkesinde düzenin erkeği, kaosunda kadını karşıladığını ve erkek egemenliğinin bir ifadesi olduğunu vurgulamakta. (berktay-1997:91)erkeklerin kadınları kendi bakış açılarından tanımladıkları klişeler içine hapsettiklerini vurgulayan berktay; oluşan klişelerin ortak özelliklerini şöyle açıklıyor: “kadını erkeğe göre ve erkeğin bakış açısına göre tanımlaması, kadını kendi namus ve şerefinden sorumlu olamayacak, özerklikten yoksun bir nesne olarak görmesidir.” diiyor. .(berktay-1997:94). erkeklerden gelebilecek kadınlara yönelik her türlü olumlu(onları yücelten) yada olumsuz(onları aşağılayan) tanımlama, kadınları oldukları gibi yansıtmayan donmuş klişeler oldukları gerekçesiyle şiddetle red edilmektedir. çünkü, erkeğin bakışının kadını çarpıtılmış olarak yansıttığını, erkeğin prizmasından geçerek çarpıtılmış imgeler olarak algılamaya devam etmek kadınların özerk insan ve özneleşme imkanlarını yok eder. öyle ki; şeytan yada cadı değil de melek, fahişe değil de “namusu bütün “ eş, isyankar feminist değil de “ munis” ve “tatlı kadın” olarak adlandırılmak, kadının nesne olarak algılanması gerçeğini değiştirmiyor (berktay-1997:96)günümüz gençliğini doğuran ve büyüten kadınlar, ayrılmış evlilik rolü ilişkisi içerisinde yaşadıklarından, bu ilişkiden aldıkları doyumdan dolayı gerek geleneksel aile yapısının gerek kendinin yani ayrılmış evlilik rolü ilişkilerinin, kadın tarafından yeniden üretilmesine yol açmış, kadın, bu aile yapısını ve ilişkilerini hem kendi memnuniyetiyle sürdüre gelmiş, hem de kendi rol kalıplarını çocuklarına memnuniyetle aktarmıştır.(çelebi-1990:19). bu aktarım gelişen sosyal süreçlerin aşındırıcı etkisiyle her kuşakta biraz daha etkisini kadın üzerinde azaltırken erkek üzerinde kalıcı olmuştur. nitekim, erkek egemen toplum örgütlenmesi evrensel düzeyde halen geçerlidir.(çelebi-1990:23).kapalı ve büyük aileden, kente ve çekirdek aileye dönüşüm yaşanmıştır. bu nun sonucunda aktarılagelen erkek egemen yaklaşıma karşı çıkılarak başta baba ve ağabey olmak üzere kocalarına değin çevredeki tüm erkeklere karşı bir başkaldırış yaşanırken, evlilik içerisinde kocanın yumuşak ve anlayışlı davranması ilk zamanlarda iyi karşılanırken, sonraları bu erkekliğin bir zaafiyeti olarak görülmekte ve bilinç altındaki otoriter baba istenmektedir(aksoy-1996:90) kadının erkeksi toplumlarda maruz kaldığı şiddete varan muameleyi kendine reva görmesi sado-mazohist kadın duygularına bağlanırken, erkek annesi kadınında gelininden oğluna mutlak itaat etmesini beklemektedir. (aksoy-1996:91) kadınların, idealleriyle, gerçekte yaşadıkları birbirini tutmamaktadır. her ne kadar erkeklerle eşit şartlarda iş hayatına atılmış olsalar da, kendilerini erkeklerden bağımsız hissetseler de, hala “annelerinin margarinini kullanıyorlar”. bunun sebepleri olarak; bluğ çağı başladıktan sonra kız çocuklarının ahlak eğitimini anneden çok babanın üstlendiği, erkek çocuklarına verilen sorumluluk hissinin kız çocuklarından esirgendiği, kız kardeşleri üzerini değiştirirken erkek çocuklarının uzaklaştırılması, “haya” gibi bir olgunun kadın psikolojisini bozduğu gösterilmektedir. (aksoy-1996:94) “kadınlar en mutlu nerede yaşıyorlar? sorusuna; kadınlar bütün dünyada aynıdır. çünkü bu bir doğal insan yapısıdır ve hangi ırk, hangi iklim, hangi din olursa olsun, her yerde kadın, yine kadındır. nerede sosyal hakları verilmiş ise, orada mutludur.” şeklindeki gerçek payı yüksek cevap bulunmakta. (aksoy-1996:99) .kadının eşitlikçi ya da geleneksel rol tutumlarına sahip olmasının, kadının sahip olduğu özellikler ve içinde yaşadığı somut koşullarla karşılıklı ilişki içinde olduğu hipotezinin sınandığı çalışmada (çelebi-1990:25), cinsiyet rol tutumlarının tek bir boyut oluşturmadığı, diğer bir ifadeyle kadının farklı sferlerde benimseyebileceğini ispatlamıştır. (çelebi-1990:61),çelebi’ye göre; feministlerin cinsiyet rol tutumlarındaki geleneksel yönelimin toplumdaki tüm kadınları kapsayan bir ideoloji olduğuna dair savları böylelikle çürütülmüş olmaktadır.feminizmin öngördüğü şekildeki bir cinsel özgürlükle beraber oluşacak evlilik benzeri ilişkiler türk hukuk sisteminde sorunlu karşılanan durumlar oluşturmaktadır. şöyle ki, ana tek başına velayeti haiz değildir. ancak hakim tarafından verilebilir. (ayiter-1993:81)feminizmin türk toplumundaki seyrini incelerken, türk hukukunda kadın cinselliği nasıl karşılanmaktadır? sorusunu da cevaplandırmamız gerekmektedir. yargıtay, kocanın başka kadınla ilişki kurması kadın için şöhret kırıcı bir sebep sayılamaz derken, kadının sadakatsizliğini bir yana, tecavüze uğramasını dahi erkek (koca) açısından “çekilmez bir durum” olarak nitelendiriyor. “türk toplumu, karısı böyle bir durma düşen (ırzına geçilen) kocadan, onu şefkatle bağrına basmayı beklemez.(bahar-1993:146).türkiye’de gelişen ulusçu hareket bağımsızlık için batı’yla savaşırken ideolojik düzeyde laik ve batı’cı bir yol benimsemiştir. cumhuriyet sonrasında islamcı ideolojilerden ve osmanlı geçmişten kopma, türkiye’ye “muasır milletler” arasında bir yer yaratma, kemalist yönetimin gündeminde önemli yer tutmuştur. bu çabaların parçası olarak, kemalist yönetim kadın hakları konusunda bilinen görece radikal düzenlemelere girişmiş, kadının toplum içerisindeki konumunu batılı8laşmanın bir aracı saymıştır. bu noktada kemalizm yeni bir tarih yaratma çabası içinde kadına karşı “eşitlikçi” saydığı islam öncesi türklerin tutumu ile yeni laik batı’lı biçimlerin sentezini oluşturmaya koyulmuştur. .(çağatay,soysal:1993-335)seksenli yıllara gelindiğinde kadın hareketinin kendisi “bölücülük”, “yabancılık” tartışmalarını aşarak, evrensel düzeyde erkek egemen toplumsal yapıya karşı çıkan, bağımsız örgütlenmeyi savunan, uygulama çabalarına girişen, özellikle düşünce düzeyinde güçlü bir feminizm çıkarmıştır. .(çağatay,soysal:1993-336). bu bağlamda feminizm, evrensel kategorilerinden yola çıkarak sadece “devlet feminizmi”ni eleştirmekle kalmamış, aynı zamanda marksistlerin kadın sorunsalına yaklaşımıyla da ayrılıklarını tartışma yoluna gitmiştir. (tekeli-1985.akt: çağatay,soysal:1993-336) kendi mantığı açısından kemalist ideoloji bağımsız feminist bir ideolojiye karşı çıkmışsa da aynı zamanda seksenlerde kadınların evrensel kategorilere yönelmesini sağlayan birikim kaynaklarından biri olmuştur (çağatay,soysal:1993-337) .medyada kadınların gösterilmesi ile feminizme yansımasıkadınların medyada ele alınış biçimleri kadının toplumda tanımlanış haliyle doğrudan ilişkili. türk toplumunda çeşitli kadın tipleri kabul edilmekle birlikte ancak belirli bir kadınlık kabul edilmektedir. yani kadınlar kendilerine belirlenen yerlerde belirlenen biçimlerde davrandıkları takdirde kabul görürler. bu sınırları ve talepleri aşmaya ve kendi tanımlarını üretmeye çalışan kadınlar ise toplum tarafından taciz edilirler. (saktanber-1993:228-229)gece nöbetten çıktıktan sonra servis beklerken tecavüze uğrayan hemşirenin basına yansıyan şu sözleri konumuz açısından ilginçtir: şikayetçi olmak ve mağduriyetini arz etmek için polis karakoluna gittiğinde, ifadesini alan bayan polisin ilk sorusu; üzerinizdeki kıyafetiniz nasıldı? yani saldırganı teşvik edicimiydi? şeklinde olmaktadır. hem cinsi bile ön yargılı ve kalıpların içerisinde bulunmaktadır.medyada yaygınlık kazanan sesde, sözde ve görünürlükteki çoğalma toplumda kadınların ikincil konumlarını dönüştürücü farklı değer ve normların yerleştiğini göstermiyor. (saktanber-1993:212)şöyle ki; kadınlar yayın organlarında “fedakar anne”, “sadık iyi eş” kalıplarının dışında ya cinsellikleriyle ve erkek egemen söylemlerce tanımlanmış cinsel kimlikleriyle, ya da kadın üzerine söylenen sözdeki açılmanın, genişlemenin esas itibarıyla kadının cinselliğinde odaklanıyor olması. (saktanber-1993:213)türk toplumunda iki tür kadından bahsedilir: cinselliklerinden tümüyle arındırılmış olanlarla, cinselliklerinin dışında herhangi bir kimliği bulunmayanlar. medyada kadınla kurduğu ilişkide; cinselliği çağrıştıran unsurların açık bir biçimde söz konusu edilmediği kadınlara özgü alanlarla, cinselliğin yoğunlukla kullanıldığı kadınlara özgü ve ille de kadınlara özgü olması gerekmeyen alanlar mevcut. (saktanber-1993:216)yazılı medyada köşe yazılarında geliştirilen söylem, kadınlara kadın açısıyla sorular sormalarını sağlamak yerine, sorunlara genel geçer toplumsal sağduyu ve itidalle yaklaşması önerilir. (saktanber-1993:220)kadına doğrudan söz söyleyen, onu bütünlük içerisinde ele alan dergilerde öncelik verilen kadın tipi; burjuva-liberal söylem içerisinde çizilmiş “modern kadın” tipidir. burada , türkiye’de kadınlığı erkek söyleminin dışında tanımlamaya çalışan ender bir popüler medya örneği olan kadınca dergisinden bahsetmek gerekir. kadınlara sürekli kendilerini keşfetmeleri, özelliklede duygularını, kapasitelerini ve cinselliklerini keşfetmeleri çağrısında bulunan dergi, kadınları atak ve cüretkar olmaya çağıran bir söylem kurar (saktanber-1993:221)feminizmle direkt ilgili olmasa da, kadınlara arka çıkan erkek yazarlara örnek olarak üstün dökmen gösterilebilir. küçük şeyler adlı eserinde; bamsı beyrek ile banıçiçek adlı dede korkut masalı’nı anlatarak, zekada veya güçte kadınlarımızla başa baş olmaktan gocunmayalım, kadınlarımızı kadınlıklarıyla vurmayalım(dökmen-2005:160-161) mesajını vermektedirtürkiye’de feminizme getirilen eleştiriler:kadın sorunsalı ve hatta feminizm dönem dönem ivme ve önem kazandıysa da, feminizm esas olarak “orta sınıf” aydınlar tarafından savunulan bir ideoloji olmaktan öteye gidemedi.(çağatay,soysal-1993:227)feminizmin toplum nezdinde meşruiyet kazanmaması da bunda etkendir. feminizm daha çok “batılı kaynaklı”, “bölücü”, ulusal kültüre ve üçüncü dünya koşullarına yabancı ve eşcinsel bir akım sayılan feminizmin bir ideoloji ve toplumsal hareket olarak kabul gördüğü söylenemez (çağatay,soysal-1993:227)toplumsal kurumlar, tekil bir ataerkil mantığı yansıtmazlar, tersine, her birisi, cins hiyerarşilerinin hem yaratıldığı hem de sorgulandığı siyasal süreçlerin ve iktidar ilişkilerinin alanıdırlar. bu yüzden, türkiye’de feminist araştırmaların izleyebileceği verimli yollardan birisi, cins pratikleriyle farklı kurumsal alanlarda geçerli olan ideolojiler arasındaki gerilimlerin ve çelişkilerin incelenmesine öncelik tanınması olabilir(kandiyoti-1993:370).kadınların özgürleşmesi sorunu gerçekte “batılılaşma”dan başka bir şey olmayan modernlikle özdeşleştirilmiş ve onunla karıştırılmıştır (kandiyoti-1993:373).cinsiyet temelinde kesin şekilde ayrışmış, erkek şerefinin kadınların davranışıyla yakından bağlı olduğu bir toplumda, kadınların kamu yaşamına katılmaları ancak, saygınlıklarını koruma ve erkeklere kendilerini cinsel nesne olarak sunmama yönünde verdikleri kuvvetli işaretlerle mümkün olabilirdi. cumhuriyetin peçesiz “yeni kadın”ı, kimliğine yeni sınırlar çizen davranış kuralları benimsedi: koyu renkli kostüm, kısa saç ve makyajsız yüz. bu yalnız kendilerini çalışma hayatına adamış kadınların süse ayıracak zamanlarının olmadığını göstermekle kalmıyor, aynı zamanda güçlü bir sembolik zırh görevi de görüyordu. (kandiyoti-1993:381).feminist söylemin kendisi öteki olarak konuşur. modernitenin feminist eleştirisi kadını başlangıç noktası olarak alır. feminist söylem, köktenci ve bütünleştirici prosedürleri red ederek ve farklılığa kucak açarak, kadınların deneyimlerinin insan bilgisinin hegomonik ve ataerkil kurgusunu anlamak/aşmak için bir yol olduğu fikrini geliştirir. yani feminist söylemin yapmaya çalıştığı, kadını görünür kılmak için, tarihi yeniden yazmak, kuramı tarihselleştirmek, bilgiyi politikleştirmek, ve ataerkil modern benin yıkıcı doğasını göstermek için kimliğin özcülüğünü kaldırmaktır(keyman-1997:216).feminist kuramcıların karşılaştıkları sorun, kadın kategorisinin özcü ve bütünleştirici yapısıdır: bu anlamda ataerkil söylemin paradigmatik nesnesi olarak asli ve evrensel erkeğin yıkıcı karakterini açığa çıkarmaya kalkan feminist söylem, aynı zamanda da kendi öznesi kadın kategorisini sorunsal kılmalıdır. çünkü evrensel bir kadın kimliği üzerinde kuram yaratma girişimi kolayca ataerkil söylemin işleyişine benzer bir pratiğin anaerkil bir biçimde, feminizm içinde tekrarlanmasına yol açabilir (keyman-1997:217).sonuç yerineliberal feminizmin, türkiye’de kadın erkek ilişkilerinde yeni açılımlar getirdiği söylenebilir. kadınlar kendilerini toplumda ifade ederken liberal feminizmin argümanlarını ister istemez kullanmışlardır. toplumun hemen her kesimi, köylüsü, kentlisi, okumuşu cahili, erkek egemen topluma karşı, kadının kadınca değerler yüklenmesini sağlamada liberal feminizme çok şey borçludur.1980 ve 2000 yıllarda üniversite ortamını yaşayanlar olarak gözlemimiz: yirmi yıl içerisinde erkekler giyim, kuşam, karşı cinsi algılama, karşı cinse geleneksel bağlamda klişe yükleme bağlamında çözülme, erozyon yaşayarak, kadınlaşmaya doğru giderken, kadınlar, aynı şekilde giyim, kuşam, karşı cinsi algılama, karşı cinse geleneksel bağlamda klişe yükleme bağlamında çözülme, erozyon yaşayarak erkek olmaya doğru yol almışlardır. bekaret, evlilik öncesi cinsel deneyim ve bunun toplumda algılanması yirmi yıl içerisinde hayli meşrulaşmış gözükmektedir. aynı şekilde klasik anlamda ihtiyaç olduğu için tüketimden, sırf tüketmiş olmak için tüketime doğru hızla bir savrulmada gözlemlenmektedir. çözülen değer yargıları toplumun bir kesimince desteklenirken, toplumun bir diğer kesimi de adı geçen değer yargılarının kalıcılığı ve yeni nesillere aktarımı konusunda kendi özgül şartlarını oluşturarak koruyagelmektedir. liberal feminizm işte burada, safların netleşmesini sağlayan katalizörlerden biri sayılabilir.kaynakçaarat,n.,(1993) kadın ve cinsellik, istanbul:say yayınlarıarat,n.,(1996) kadın gerçeklikleri, istanbul:say yayınlarıarat,n.,(1997) kadınların gündemi, istanbul:say yayınlarıasena,d.,(1994a) kahramanlar hep erkek, istanbul:milliyet yayınları. (1994b)kadının adı yok,istanbul:milliyet yayınları(1994c) değişen bir şey yok,istanbul:milliyet yayınlarıbarbarosoğlu,f.,k.,(1995) modernleşme sürecinde moda ve zihniyet, istanbul:iz yayıncılıkçaha,ö.,(1997) sivil kadın çev:dr.ertan özensel, ankara:vadi yayınlarıçelebi,n.,(1990) kadınlarımızın cinsiyet rolü tutumları, konya:sebat ofsetdonovan, j.,(1992)feminist teori, çev.aksu bora, meltem ağduk gevrek, fevziye sayılan, istanbul:iletişim yayınlarıdökmen,ü., 2005, (küçük şeyler)istanbul:sistem yayıncılıkgiddens,a., 2000, (sosyoloji)haz:hüseyin özel, cemal güzel, ankara:ayraç yayınevikeyman,e.,f., ve sarıbay, a.,y.,(der)(1999) küreselleşme sivil toplum ve islam, ankara:vadi yayınlarıköker,l.,(1998) iki farklı siyaset,ankara:vadi yayınlarısevim,a.,( 2005), feminizm, istanbul:insan yayınlarıtekeli,ş., (1993) kadın bakış açısından kadınlar,istanbul:iletişim yayınları

Zenginler solculukları kaybeder sorunsalı üzerine

solculuk da sağcılık gibi yaratılan ve kullanılan bir ideoloji olduğundan bir bakıma doğru önermedir. lakin burda özneyi iyi seçmek gerekir. bahsedilen solcular kimdir? bütün proleterler solcu mudur? proleter olmak, marksist olmak, leninist olmak, muhafazakar olmak, ya da sağcı olmak.. bunlar nedir? işte bu sorulara doğru cevap vermek gerekir. marx ın, hegel in, althusser in ya da başka bir çok düşünürün öncülüğünü yaptığı ideoloji felsefi bir düşünceye bir hayat tarzına tekabül eder. oysa bizim solcu sağcı dediğimiz kişiler tamamen siyasal kişiliklerdir. felsefeyle alakaları yoktur. bu nedenle solcuların zenginleşince solla alakalı herşeyi unutmaları doğaldır. ancak marksistler ya da leninistler yada bunlara benzer felsefi temelli ideolojilere sahip kişiler düşüncelerini asla değiştirmezler. örnekse marx ın kendisidir zaten. marx bir avukat oğludur.

Din ve ideoloji

ideoloji insanların dünyaya bakış pespektiflerini belirleyen bir tür gözlük gibidirç bu bağlamda her insan belli bir ideolojinin parçasıdır diyebiliriz. althusser’ın tanımına paralel düşünürsek eğer ideolojiler brujuva hakim toplumun kitleleri uyutmak için kullandıkları ve belirledikleri belli başlı unsurlardan oluşur. işte din de bu tür bir ideoloji halini alabilir.resmi ideoloji ile ifade edilmek istenen aslında tam da althusser’in bahsettiği hakim sınıfın kitleleri uyutma aracıdır. bu belki de hakim sınıfın kendi sistemini besleyen ve devamını sağlayan en önemli kaynaktır. din ise yapısı itibariyle toplumsalla iç içe olan ve toplumsalı belirleyen bir kurumdur. işte bu açıdan din her dönemde resmi ideoloji tarafından kullanılan bir kaynaktır.ortaçağ kilisesinin dini otoritesini kullanarak kitleler üzerinde hakimiyet kurması ve kendi çıkarlarını topluma kabul ettirebilmesi de o dönemin resmi ideolojisinin dinle bağlantısındandır aslında. her ne kadar aydınlanma ile birlikte insan özgürlükleri ve bireysel belirleyicilikler ön plana çıkartılmış gibi görünse de din hala resmi ideoloji ile bir şekilde alaka içerisindedir.günümüz bağlamında düşündüğümüzde –özellikle türkiye örneğinden giderek- resmi ideolojinin din üzerinde hakimiyet kurarak ve dini algıyı belirleyerek onu kullandığını söyleyebiliriz. özellikle kemalist laiklik anlayışı dini kamusal alandan atmaya ve onu belirlemeye yönelik olarak yorumlanabilir.bu konudaki çeşitli çalışmaların ise genelde dine karşı eleştirel bir bakışla ya da dini çerçeveden çeşitli ideolojileri eleştirerek yazıldığını görebiliriz. çok çeşitli paradigmalardam resmi ideoloji-din ilişkisine bakışlar söz konusudur ve hepsi de genelde çeşitli tarihsel belgelere ve olaylara dayanarak kendi argümanlarını temellendirmeye çalışmaktadırlar.

nicin okumuyoruz

atalarımız “beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” tavsiyesinde bulunmuşlardır. bu denli öneme haiz okuma eylemi niçin çağımızın üniversite öğrencilerini kuşatmıyor? insanlar, niçin kitap okuma alışkanlığı gibi önemli hasletlerinden uzak kalıyorlar? ilk çocukluk döneminden, günümüze değin kitapla yaşanacak süreç nasıl olmalı?insanın fizyo-psiko-sosyal gelişimini tamamlamada algıladıkları içerisinde okuyarak öğrendikleri, diğer duyu organlarıyla keşfettiklerinden daha kalıcıdır. çağdaş eğitim anlayışında daha bebek anne karnındayken kitapla ilişkilendirilerek, ona hikayeler okunmakta. yapılan araştırmalarda, öğrenmenin anne karnında başladığını, bebeğin anne karnındayken işittiklerini kolaylıkla konuşabilmesi ve aynı kolaylıkta öğrenmesi görülmüştür.kişinin okuma alışkanlığı kazanmasında birinci etken ailedir. bebek bir yaşına gelmeden ona hikayeler okunursa, bezden , plastikten yapılma kitaplara dokunması, onları ağzına götürerek keşfetmesi, onlarla kendince oyunlar oynaması, sağlanarak kitapla sıcak bir iletişime geçmesi sağlanabilir. kaldı ki; sesli kitaplardan, hareketli kitaplara, çok resimli-az metinli kitaplardan, kalın karton kitaplara kadar hayli geniş ürün yelpazesine sahip bir çocuk eğitim dokümanları piyasası mevcuttur.çocukları kitapla buluşturmada, ailenin bilinçlenmesi, ailenin okumanın önemini kavraması dışında neredeyse mazeret kalmamakta. ailelerin bilinçlenmelerini engelleyici etken; onların sosyo-ekonomik ve eğitim durumlarından önce yerleşik bebek algısı ve kitap ilişkisi üzerine taşıdıkları ön yargıdır. bu ön yargı maalesef eğitimli anne-babalarda daha çok yaygındır.aldığı eğitimle şartlanmış bireyleri ikna etmek, eğitim düzeyi düşük insanları ikna etmekten çok zordur. büyük şehirlerdeki gecekondu bölgelerine yönelik işlev gören açev’ler, bulundukları yörelerde çocuk- ebeveyn etkileşimindeki sorunları giderirken, okuma alışkanlığı, çocukların yaratıcılıklarını geliştirme, kendilerine güvenlerini kazanmalarını sağlamada ailelere yönelik başarılı davranış kalıpları geliştirirken, eğitim ve gelir düzeyi daha yüksek insanların bir çoğu kendi kişisel zaaf ve komplekslerini, kendi doğrularını, mutlak doğruymuş gibi çocuklarının eğitimlerine yansıtmaktadırlar.bu tür davranış kalıplarını sergileyen anne-babaları kınamamak gerekir. her birey, eğer güncellemediyse kendini, çocukluğunda yaşadıklarını, kendi anne ve babasından gördüğü muameleyi nerdeyse tıpkı basım kendi çocuğuna uygulayacaktır. pratik hayatta canlı örnekleriyle karşılaşıyoruz.televizyonda bir insana mikrofon uzatılıp, boş vakitlerinizde ne yaparsınız? sorusu sorulduğunda, genelde “kitap okurum” cevabı alınır. insanların hobi olarak gördükleri kitap okuma eylemi, anlamını yitirerek, muğlak bir içerik kazanmaktadır. boş vaktinde kitap okuduğunu ima eden birey, karşısındakine üstü kapalı olarak, ben aydın ve entelektüelim, kendimi yenileyecek bir pencerem var, mesajlarını ileterek, tabir yerindeyse durumu kurtarmakta. kitapları tüm masumiyetlerine rağmen, bireysel çıkarlarımız için hiç çekinmeden kullanmaktayız.toplumun başı sıkıştığında başvurduğu kitaplar, ilgilerini niçin sürekli tutamıyorlar? aile okul öncesi çocuğunu kitaba ısındırdı ve o şekilde okula yolladı diyelim. aile bütün görev ve sorumluluğunu okul ve öğretmenine yıkarsa yine problem başlıyor. maalesef , çocuklarımızı emanet ettiğimiz öğretmenlerimizde bu toplumun bir ferdi. bu toplumun tüm olumsuzluklarını bünyelerinde barındırmaktadırlar. kendisi kitap okumayan, kitapla muhatap olmayan öğretmen, öğrencisine kitap sevgisi veremez. müfredat dışında, hiçbir eylemde bulunmayan, ders planındaki konuları anlatmaktan öte hiçbir kaygı taşımayan öğretmenin, çocuk-kitap ilişkisini kurması mümkün değildir. öğrencisiyle ilgili öğretmenlerimizde yok değil. ancak onlarda, anadolu lisesi, lgs, öss gibi sınavlara yönelik kaygılar taşımaktadırlar. çocukların test tekniklerini geliştirmeye; onların okuma , anlama, yorumlama ve sonuç çıkarma gibi okumaya yönelik değil de; çoktan seçmeli, direkt sonuç almaya yönelik sınavmatör olmaları için çalışmaktadırlar. bu süreçte, kimi zaman çocuk, adı geçen sınavları kazanırken, en güzel okuma duygusunu yitirmekte, ancak veli ve öğretmen istediklerini almakta.kitapların masumiyeti, toplum kurgulama mühendislerince yok edilmektedirler. popüler, medyatik, içeriği “cool” konular içeren, çok satan kitaplar marketlerde, çiklet, çikolata gibi kasaların yanında çok düşük fiyatlarla satılmaktadırlar. kitap okuma alışkanlığını köreltici, kitabın toplum nezdindeki saygınlığını alçaltıcı bu tür kitaplar, birey –kitap ilişkisinde kısa süreli hazzın ötesine geçmeyen bir birliktelik kurmakta. okuyucuya ulaştığı sayı dikkate alındığında göğüs kabartan bu tür kitaplar, kitap okuma adına, kanaatimce bu kadar ilgiye layık değiller.kitapların okuyucuyla buluşmasında, bir dönem gazeteler, tiraj arttırma gayesiyle gerekli gereksiz bir yığın kitap ve ciltlerce ansiklopediyi kupon karşılığı dağıttılar. halkın çok rağbet ettiği bu kitap veya ansiklopediler, evlerin raflarını doldurmaktan öteye geçemediler. okuyucu bulamadılar. burada sorun, kitapların içeriğinden, kalitesinden çok, kitapların okuyucuyla buluşma yöntemindeydi. okuyucu hangi yaşta olursa olsun, çıkara endeksli yöntemlerle kendisine sunulan kitapla duygusal bir bağ kuramayacaktır. kitabı, kitapçıda görüp, inceleyerek, kitap hakkında az-çok bir ön bilgi edindikten sonra, içeriğindekilerin sizi cezbetmesi halinde onu satın alma gereği duyarsınız ve o anki bütçenizi aşsa dahi satın alırsınız. kitapla etkileşiminiz o an-belki ömrünüzün sonuna dek sürecek- başlar. ancak bu şekilde alınan kitabın okuyucusu nezdinde değeri olur ve okunur.kitapların, görsel ve işitsel medyanın yaygınlık kazanmasıyla okuyucu kaybettikleri görüşü çok yaygındır. halbuki, kitapların cd’lerle maliyet açısından rekabet etme şansı yoktur. bir kitabın fiyatının dörtte bir fiyatına cd satın alınabilmekte. kitapların okuyucuyla buluşmasında illegal bir yolda olsa-onaylamasam da- korsan kitap basımı ve kitapçı rafında değil de ucuz bir şekilde tezgahta satılması okuyucuyu bir nebze olsun doyurmakta.orta öğrenimde okurken kitapla sağlıklı bir birliktelik kuramayan üniversite öğrencisi, tüketim nesnesi haline dönüşen, yazılı materyalleri sırf moda olsun diye edinerek okuma eylemine dönüştürmemektedir. üniversite gençliği ders geçme kaygısıyla kitaplara yaklaşmakta. eğitim sürecinin hemen her kademesinde okulla ilişkilendirilen ders kitapları öğrencinin okuma iştahını kabartması gerekirken tersine köreltmekte. bunda eğitim sisteminin ezberci konseptiyle, öğretmenlerin bunu abartmaları gelmektedir.eğitim sisteminde ezberci tavır terk edilerek araştırma, irdeleme, ulaşılan bilgileri yorumlayabilme yeteneği ta çocukluktan kazandırılmalı. bunun için ebeveynlerin, öğretmenlerin, etraflarındaki çocukların yaratıcılık yeteneklerine ket vuran davranış kalıplarından vazgeçmeleri gerekmektedir. üniversite öğrencisi aldığı dersi geçmek için değil, altmış dakikada hasbel kader yazdıkları ile değil, emek vererek, araştırarak, üzerinde uğraşarak ortaya çıkardığı okuma eyleminin meyvesi yazmanın ürününü sergileyerek o dersle neredeyse duygusal bağlar kurarak geçmeli (adeta ayrılık acısı hissetmeli).

toplum sozlesmesi

toplumsal sözleşme kavramı ve sivil toplum düzenine geçişgiriş yerineher şey ilkel insanın doğanın tehlikelerinden kaçmak için diğer insanlarla birlik kurmasıyla başlamıştır. bu insanlar zamanla gruplar kurmuşlar ve bunlar daha da genişleyerek kabileleri ve en sonunda da toplumu oluşturmuştur. işte bu noktada insanların karşısına çıkan en büyük sorun bazı insanların kendi çıkarlarının kölesi olarak toplumu hiçe saymalarıdır. peki nasıl olacaktı da koskoca bir toplumun ortak çıkarları insanlar tarafından benimsenecekti. bu sorunun tek cevabı kuşkusuz toplumsal sözleşmelerdir.özellikle aydınlanma döneminde jean-jacques rousseau,thomas hobbes ve john locke’un üzerinde durduğu toplumsal sözleşme kavramı aynı zamanda sivil toplum düzeyine geçişin de temeli olmuştur.toplumsal sözleşme kavramının ortaya çıkışını ve çözüm bulduğu sorunlara geçmeden önce toplum kavramına değinmemiz gerekir. toplumlar aslında düzenli hayata geçişin sembolleridirler. düzenin olmadığı yerde herkes kendi eroslarına göre hareket eder ve bunun sonucunda kaos ortamı oluşur ki böyle bir durumda toplumun varlığını sürdürmesi imkansız hale gelir.toplum sözleşmesinde ortaya çıkan en önemli kavram “doğa hali” dir. insanın doğa halinde çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen bir canavar olduğunu söyleyen hobbes’a göre “insan insanın kurdudur!” (homo homini lupus). hobbes insanların doğa halinde kesinlikle bir düzen kuramayacaklarını çünkü insanların toplu halde yaşama eğilimlerinin olmadığını iddia eder. john locke ise hobbes’un aksine insanların doğa halinde barışçıl olduklarını ve her şeye rağmen belli bir düzen kurup yaşayabileceklerini iddia eder. rousseau ise toplumun bir sözleşmenin ürünü olduğunu ancak bu sözleşmenin insanın doğasından doğmadığını;aksine insanın doğasını değiştirdiğini iddia eder.jean-jacques rousseau’nun toplumsal sözleşme kuramı: toplumsal sözleşme kavramı üzerine yazılmış en büyük eser kuşkusuz rousseau’nun “toplum sözleşmesi” kitabıdır. ünlü eserine “insan özgür doğar,oysa her yerde zincire vurulmuş durumda.”(rousseau,1999;s.29) cümlesiyle başlayan rousseau özellikle özgürlük kavramına değinmiştir. kendini diğer insanların efendisi sananların da aslında birer köle olduğunu söyleyen rousseau’ya göre insan ancak toplum içinde özgür olabilir. özgür halk ise toplumsal düzene ve yasalara uyan ancak kimseye itaat etmeyen halktır. özgürlüğünden vazgeçmiş birisi insan olmaktan vazgeçmiş demektir. rousseau’nun üzerinde dürdüğü diğer önemli kavramlar ise eşitlik,mülkiyet.adalet ve kanun,egemenlik ve genel iradedir. rousseau özellikle insanların doğa halinde eşit olduklarını,doğanın onlara her olanağı sağladığını ancak mülkiyet kavramının ortaya çıkmasıyla bu eşitliğin bozulmaya başladığını şu cümlesiyle özetliyor:”bir parça araziyi çitle çevirip “burası benimdir” demeyi akıl eden ve kendisine inanacak kadar saf insanlar bulan ilk insan uygar toplumun ilk yaratıcısıdır.bu insan ortaya çıktığında,kazıkları söken ya da tarlanın sınırlarını belirleyen hendeği tekrar toprakla dolduran ve “sakın bu düzenbaza kulak asmayın;meyvelerin herkese ait olduğunu dünyanın ise kimseye ait olmadığını unutursanız mahvolursunuz” diyen başka bir insan ortaya çıksaydı,insanlığı kim bilir kaç suç,savaş,cinayet,acı ve korkudan kurtaracaktı, kim bilir?”(rousseau,2003;s.67)rousseau aslında mülkiyet kavramının doğal bir hak olmadığını savunsa da bazı uyanıkların diğer insanların haklarına sahip çıktığını görerek mülkiyet hakkını kısmen de olsa kabul etmiştir. işte bu noktada sivil toplum düzenine geçişin gerekli olduğunu ve bunun için de genel istenci karşılayabilecek bir toplum sözleşmesi olması gerektiğini belirtmiştir. toplumsal sözleşme kitabında sözleşmenin çözüm bulduğu ana sorunu da şu cümlesiyle açıklamıştır:”katılımcılardan her birinin canını ve malını,oluşturacağı ortak gücün tümüyle savunup koruyacak bir katılım biçiminin bulunması… ve bu ortaklıkta her bireyin, tüm öteki ortaklarla birleşirken yine de yalnızca kendi istencine boyun eğmesi ve ortaklığa katılmadan önceki denli özgür kalması.” (rousseau,1999;s.46)toplumsal sözleşme insanların oy birliğiyle yaptığı bir anlaşmadır. bu anlaşma genel iradeyi ortaya koyar.devlet ise egemenliğin sahibidir.toplum sözleşmesinin anlam kazanabilmesi için egemen gücün varlığına ihtiyaç vardır.”her birey,sanki kendi kendisiyle sözleşme yaparak,iki bakımdan kendisini bağlıyor:birincisi,egemen varlığın üyesi olarak kişilere karşı;ikincisi,devletin üyesi olarak egemen varlığa karşı.”(rousseau,1999;s.49)egemenlik genel istenci yansıttığı için devredilemez ,bölünemez ve başkasına geçirilemez.rousseau toplumsal sözleşmenin devamını sağlamakla görevli yöneticilerin halka karşı sorumlu olduğunu ancak halkın hiçbir şekilde yöneticilere bağlı olmadığını söyler. bütün gücü elinde tutuğunu söyleyerek halkı kandırmaya çalışan ve genel iradeyi öznele indirgemek isteyecek şahıslar çıkacaktır elbette ancak bunlara karşı halkın aydınlatılması zorunludur. toplum sözleşmesinin insanlara getirdiği büyük yararlar var elbette ki kişileri koruma altına alması gibi,genel iradeyi yani bir bakıma bireysel iradeyi yerine getirmesi gibi. ancak rousseau bunu tek bir cümleye indirgeyebilmiştir:”insanın toplumsal sözleşmeyle yitirdiği şey,doğal özgürlüğü ve isteyip elde edebileceği şeyler üzerindeki sınırsız hakkıdır;kazandığı ise,yurttaşlık özgürlüğü ve elindeki şeyler üzerindeki iyeliktir.”(rousseau,1999;s.53)toplumsal sözleşmenin en önemli unsurlarından biri de tabii ki yasalardır.sözleşmenin devamı için yasalar gereklidir ve bu yasaları halkın genel iradesi doğrultusunda yasa koyucular koyar. yasa koyucular genel iradeyi en iyi şekilde bilmeli ancak kendi çıkarlarını işin içine katmamalıdırlar. dehasıyla olduğu kadar yönetim içindeki yeriyle de önemli kişiler olmalılar. hükümetler ise yasaları denetlemekle yükümlüdürler. hükümetin bir başka görevi ise uyruklar ile egemen varlık arasındaki iletişimi sağlamaktır. yani hükümet aracı bir kurumdur. rousseau’ya göre 3 çeşit hükümet vardır:egemen varlığın yönetim işini tüm halka ya da halkın büyük bölümüne bıraktığı demokrasi;yönetimin az sayıda insanın elinde olduğu aristokrasi ve yönetimin tek kişinin eline bırakıldığı monarşi. bu yönetim biçiminin hangisinin daha iyi olduğu ya da hangisinin daha yararlı olduğu ise görecelidir çünkü her toplum kendi özelliklerine göre bir yönetim biçimine sahiptir. eğer bu hükümetler görevini kötüye kullanacak olursa genel irade yok olur ve buraya kadar bahsettiğimiz her şey bozulur çünkü bütün bu kavramlar birbirine zincirleme bağlıdır.thomas hobbes’un toplumsal sözleşme teorisi: girişte de bahsettiğim gibi hobbes doğa halinde birbirlerine düşman olduklarını ve tam bir kaos ortamının olduğunu belirtir. bu kaos ise sivil toplum düzenine geçişle yani toplumsal sözleşmeyle aşılabilir. çünkü doğa halinde yaşayan insan ile toplumsal düzen içinde yaşayan insan arasında güdüleri ve amaçları bakımından hiçbir fark yoktur. yalnız,doğa halindeki çatışma yüzünden arzuların ve isteklerin gerçekleşme olanağı yoktur. ancak egemen gücün sağladığı düzen sayesinde müreffeh yaşam mümkün olur(sunar,1999;s.78). görüldüğü gibi hobbes da egemen gücün varlığından ve gerekliliğinden bahsetmiştir. egemen gücü ise sembolize ederek açıklamıştır. dünyadaki insanların tümü bir çeşit canavardır ve her zaman güçlü olan kazanır.leviathan (yunan mitolojisinde 7 başlı bir canavar)ise en güçlü canavardır. herkese söz geçirebilen bu canavar zamanla topluma malolur ve çıkarlarını toplumun ortak çıkarlarına göre belirler. böylece toplumda düzen sağlanmış olur ve sözleşme uygulamaya konabilir hale gelir. tüm insanlar egemen güce karşı kendilerini güçsüz hissettiklerinden sözleşmeye uyma zorunluluğu doğar. işte bu noktadan sonra doğa halindeki asosyal,egoist ve bireyci insanlık görüşü zıt yönde değişir.hobbes’un leviathan’ı coğrafi bir metafor olarak kullandığını da söyleyebiliriz.hobbes’a göre özgürlük insanların isteklerine engelsiz ulaşabilmesidir. sözleşme ise karşılıklı hak devredilmesidir. yani insanlar kendi özgürlükleri için bazı doğal haklarından feragat etmek zorundadırlar. hobbes da rousseau gibi adalet kavramı üzerinde durmuş;adalet ve mülkiyetin devletin kuruluşuyla başladığını savunmuştur. devletin amacı güvenliktir.devletler toplumun genel iradesini temsilen kurulur ve hükümet devletin uygulayıcısıdır. kişiler hükümet şeklini değiştiremezler dolayısıyla egemen güç vazgeçilmezdir. toplumun refahını egemen güç sağlar ve bunu yaparken kişiler ona müdahele edemez..hobbes da rousseau gibi 3 tip devlet türü olduğunu söylemiştir:halkın yönetimi(demokrasi), azınlığın yönetimi(aristokrasi) ve tek kişinin yönetimi(monarşi). bunlar dışında bir devlet türü olamaz. yasalar uyulması gereken emirlerdir ve yasa koyucu da egemen güçtür. egemen güç yasalara tabii değildir. yazılmamış yasalar doğa yasalarıdır ve son olarak yazılmış ama duyurulmamış yasalar yasa niteliği taşımazlar.john locke’un toplum düşünceleri: locke da hobbes gibi öncelikle doğa halinden bahsetmiş ancak bu konuda hobbes’dan çok daha iyimser bir tavır takınmıştır. o’na göre insanlar doğa halinde özgürlük ve barış içinde yaşarlar ve bu durumda bile belli bir düzenleri vardır. doğa halindeki insanların amacı birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılamaktır ve bunun için de bazı yasalara uyarlar. bu yasalar genellikle doğa yasalarıdır fakat insanlar bu yasalara uymadıkları zaman ortaya çıkacak kargaşayı tahmin ettiklerinden yasalara uyarlar. sadece bazı akıl-dışı davranan serseri gruplar bu yasaları çiğnerler ve bu noktada sivil topluma geçiş kaçınılmazdır. çünkü insanların en doğal hakları tehlikededir özellikle de mülkiyet hakkı. çünkü mülkiyet hakkı insanlarının emekleri karşılığında hak ettikleri doğal bir haktır. locke bu durumu şöyle açıklıyor:”doğa halinde insanın sahip olduğu haklar güven altında değildir,başkalarının saldırılarına açıktır… işte bu güvensizlik insanda(doğa halini)terk etmek arzusunu yaratır… yaşamlarını,özgürlüklerini ve emlakını ki ben bunlara genel olarak mülkiyet diyorum,korumak isteyen insanların birleşerek toplumu oluşturmaları nedensiz değildir.” (locke,1960;s.73)locke burada mülkiyet kavramını dünyada yaşamak için sarfettiği emeği kastederek söylemiştir. işte bu noktada şunu söyleyebiliriz; insan, varlığında saklı olan mülk yani emek yoluyla tanrı tarafından insanlara ortak verilmiş doğaya el koyar;elde edilen ürün insanın öz varlığının bir uzantısıdır.bundan dolayı insan nasıl emeğinden vazgeçemezse mal ve mülk den de vazgeçemez.john locke’a göre yönetici güce sözleşmenin devamı ve güvenlik haricinde pek gerek yoktur. devlet ise bir sözleşme ile doğal hakları korumak üzere insanlar tarafından kurulmuştur. eğer devlet bu hakları çiğnerse yurttaşların devlete karşı koyma hakları vardır. devlet bir trafik polisi gibi sadece düzeni sağlamakla yükümlüdür.sonuç yerinesonuç olarak fikirleri bazı noktalarda çatışsa da 3 yazar da toplumsal sözleşmelerin gerekliliğinden bahsetmişler ve bu sözleşmeler sonucunda sivil topluma geçişi kaçınılmaz olarak nitelendirmişlerdir. sivil topluma geçiş farklı nedenlerden ortaya çıkmıştır fakat sonuçta insanların doğa halinde yaşayamayarak bu düzene geçtikleri görülüyor. gerek rousseau,gerek hobbes ,gerekse locke toplumsal sözleşmelerin ortak çıkarı için yapıldıkları ve genel iradeyi temsil ettikleri hususunda görüş birliğine varmışlardır. sonuçta bu sözleşmelerle sivil toplum düzenine geçilmiş;bunun sonucunda devletler kurulmuş,yasalar konmuş ve toplumun huzuru sağlanmıştır. toplumsal sözleşme kavramı özellikle 18. yy dan sonra büyük önem kazanmış ve bugünkü anayasaların ve kanunların temelleri atılmıştır. bu konuda özellikle rousseau’nun eserleri örnek alınmıştır. ancak her şeye rağmen toplumsal sözleşmelerin değeri ve gerekliliği üzerindeki tartışmalar günümüze kadar uzanmıştır.kaynakçarousseau,jean-jacques(1999)”toplum sözleşmesi”,çev:alpagut erenuluğ,öteki yay.,ankara rousseau,jean-jacques(2003)”insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı ve temelleri üzerine”,çev:hakan zengin, morpa kültür yay.,istanbulhobbes,thomas(1992),”leviathan”,çev:semih lim,yapı kredi kültür yay.,istanbulswingewood,alan(1998),”sosyolojik düşüncenin kısa tarihi”,çev:osman akınhay,bilim ve sanat yay.,ankarasunar,ilkay(1999),”düşün ve toplum”,doruk yay.,ankara

Türkiyede demokrasi

hakkında binlerce makale bulunan bir batılılaşma serüvenidir türkiye de demokrasi. özellikle tanzimat la başlıyan türk modernleşmesi sürecinde temeli atılan demokrasi türkiye de batılılaşma çabasından ve batı özentisi olmaktan ileriye gidememiştir bugün itibariyle.1923 de cumhuriyet in ilanıyla resmen başlayan demokrasi döneminin pek çok eksiği vardır. aslında bunlar demokrasi nin kendi iç çelişkilerinden kaynaklanmaktadır. demokrasi dediğimiz şey insanlara sınırlı özgürlükler getirmek amacıyla düşünülmüş ancak kapitalizm ile bir araya gelince liberalliğin doruklara ulaşması söz konusu olmuştur.türkiye de ve dünya da örneklerini gördüğümüz liberal demokrasi aslında marx ın da öngördüğü gibi tam bir ezen ezilen savaşına zemin hazırlamıştır. zira liberal demokrasi beraberinde "daha özgür olmak için daha fazla zenginlik" ve "zenginlik için her yol mübahtır" anlayışlarını getirmiştir.türkiye ve türkler açısından düşündüğümüzde ise demokrasi nin tarihsel ve psikolojik yapısını incelememiz gerekir. çok küçük bir tarihsel araştırmayla türklerin varoluşlarından itibaren merkezi yönetimlerle idare edildiklerini ve sembolik bir liderin onlar için önemli olduğunu görebiliriz. zira yıllarca osmanlı hakimiyeti altında padişahlarının buyruğuyla yaşamış savaşçı bir toplumdur türkler.freudyen bir bakışla küçük bir fikir yürütme yaparsak elde ettiğimiz sonuç psikolojik olarak bilinçaltında savaşçı özellikler taşıyan bir milletin bir komutan ve bir lider e her zaman ihtiyaç duyacağını söyleyebiliriz. bu açıdan bakıldığında türk halkının da bu yeni cumhuriyet sistemine, dolayısıyla demokrasiye nasıl tepki verdiğini anlayabiliriz.işte böyle bir temellendirme içerisinde doğal olarak 1923 yılında cumhuriyeter ve demokrasiye * türk halkı liderlerinin * bir emri gibi bakmış ve demokrasi 1925 den 1938 e kadar büyük bir sahte uyumluluk göstermiştir türkiye de.1938 de atatürk ün ölümünden sonra ise demokrasi sessiz ve derin bir çöküş içerisine girmiştir. zira başlarında demokrasiyi bilmeyen yöneticiler kalmıştır milletin. işte bu yüzden sürekli bir batı özentiliği ve batı taklitçiliği süreci başlamıştır. 1950 lerde adnan menderes in sürekli batıcı politikaları ve 1970 deki sol akımlara karşı duramayan anti demokratik devlet halkta güvensizlik ve belirsizlik oluşturdu.1980 lere geldiğimizde artık türkiye kaçınılmaz bir iç savaş yaşıyordu. aslında sağ-saol kavgası adı altındaki bu çatışma tamamen batı kaynaklı ve bizim batıcılık anlayışımızın batıyı taklitten ibaret olmasından kaynaklanıyordu. "nitekim" 12 eylül 1980 deki askeri darbeyle bu çatışma sona erdirilmiş ancak bu darbe türk demokrasisine büyük darbe vurmuştu.işte bu yıldan sonra halkın demokrasi ye artık güveni kalmamış ve türk halkı psikoljik olarak bir "geriye dönüş" düşüncesi içerisine girmiştir. o andan sonra da savaşçı ruha sahip türk milleti orduyu yüceltmeye başlamıştır. darbeyle kendilerini kurtaran ordu onalrın herşeyi olmuştur.işte 1990 lar bu tür bir düşünce içerisinde geçmiş ve bu yıllar boyunca demokrasi ve siyasiler hep ordu nun gerisinde kalmıştır. bu yıllar boyunca halk hep pkk ile savaşan mehmetçik lerini izlemiş ve demokrasi tartışmaları bir kenara atılmıştır. 1990 larda demokrasi adına hiç bir gelişme görmemiştir ülke. çünkü devamlı koalisyonların ve partiler arası siyasi çatışmaların olduğu yıllar olmuştur.2000 li yıllara geldiğimizde ise özellikle ab üyelik süreciyle başlayan uyum ve demokratikleşme süreciyle beraber türk milleti bir kez daha bu konuyu gündemine almıştır. nitekim 2002 de akp antidemokratik koalisyonlardan sıkılmış halkımızca iktidar a layık görülmüştür. işte bu yıldan sonra demokratikleşme adına bir şeyler yapması gereken hükümet ve siyasiler * bir kaç çalışma yapmıştır. özellikle yasalaşan ab uyum maddelerinin bazıları bunlara örnektir. ancak sonuç olarak bu da yetersiz kalmıştır ve akp nin laikleşme zıttı çalışmaları demokrasiye bir kez daha darbe vurmuş ve bir kez daha halk iktidar ı çok yoğun eleştirir duruma gelmiştir. öazellikle bir dönem ahmet necdet sezer tarafından rekor uzunlukta bir gerekçeyle reddedilen zina ve imam hatip okullarının statüsü konulu yasalar bunlara örnektir.özetle özünde türk halkına hiç de uyumlu omamasına rağmen yüzyılın dehası atatürk tarafından türklere kazandırılan demokrasi atatürk ün ölümüyle türkiye nin ayağını bağlar bir hal almıştır. ve ısrarla tekrar etmelitim ki türkiye de demokrasi yi atatürk ten başka kimse türklere uyumlu hale getiremez.

burokrasi

bürokrasi: ideal bir tip mi? patolojik bir düzen mi?“bir imparatorluğum çöküşü dev bir olaydır. ve bununla kolay kolay başa çıkılmaz. bu çöküşe bürokrasini artması, inisiyatifin azalması, sınıfların dondurulması, bilimsel merakın engellenmesi vb. yüzlerce etken yol açar.” ı. asimovgiriş yerinebürokrasi modern dünyada belki en çok eleştirdikleri olgulardan birisidir. asimov’un imparatorluk kitabında belirttiği gibi belki de imparatorlukların yıkılmasına, düzenin değişmesine neden olan en önemli sebeplerden birisidir bürokrasi. peki, bu kadar eleştirilen ve kötü görülen bürokrasi nasıl varlığını sürdürmektedir? ya da başka bir deyişle bürokrasi nedir? bugün literatürü incelediğimizde bürokrasiyle ilgili en kapsamlı çözümleme hiç şüphesiz max weber’e aittir. aslında bu yazının amacı da weber’ in bürokrasi kavramını analiz etmek ve onun bürokrasi kavramını günümüz dâhilinde anlamaya çalışmaktır.ıbürokrasi basit tanımıyla kayıt altına alma, düzenleme, takip etme gibi temeller üzerine kurulmuş bir çeşit yönetim sistemidir. aslında bürokrasinin temelinde yolsuzlukları önlemek, kitlelerin inanacağı ve refah içerisinde yaşayacağı rasyonel bir düzen kurmak ihtiyacı yatmaktadır. bürokrasinin asıl hedefi ise günümüzde bile tartışılmaktadır. weber bürokrasiyi toplumsal eylem dahilinde ideal bir tip olarak görür. ona göre modern dünyada -ya da kapitalist düzende- bürokrasi kaçınılmazdır. belki de hala tartışılan bürokrasiye getirilmiş en can alıcı eleştiri budur.weber bürokrasinin özelliklerini sıralayarak başlar analizine:1. genellikle kurallar, yani yasalar ya da yönetsel yönetmeliklerce düzenlenmiş belirli ve resmi yetki alanları ilkesi geçerlidir.2. belli bir ast-üst ilişkisi, yani hiyerarşik düzeni vardır.3. bürokrasi yazılı belgelere dayanır.4. bürokratik kuruluşlarda uzmanlık eğitimi esastır.5. resmi faaliyet yapan görevlinin tüm çalışma kapasitesini kullanması gerekir.6. iş yeri yönetimi kurallara bağlıdır ve gayri şahsilik esastır (weber; 1993: 193-194).görüldüğü üzere bürokratik yapılarda tam bir rasyonelleşmenin esas olduğu weber tarafından öngörülmüştür. ancak bürokrasi çoğu zaman weber’in öngördüğü temelde olmamıştır. günümüz türkiye’sinde bürokratik yapıların gayri şahsilikten uzak oluşu buna güzel bir örnektir.weber’in bürokrasiyi kapitalizm için ideal bir tip olarak gördüğünü söyleyebiliriz. çünkü ona göre bürokrasinin esası para ekonomisine dayanır ve bürokrasinin diğer sistemlere göre kesin bir teknik üstünlüğü vardır. “doğruluk, hız, kesinlik, dosya bilgisi, süreklilik, gizlilik, birlik, tam bağımlılık, sürtüşmenin ve maddi ve kişisel maliyetlerin azaltılması… tüm öteki yönetim biçimleriyle karşılaştırıldığında uzmanlaşmış bürokrasinin bu noktaların hepsinde daha üstün olduğu görülür” (weber; 1993: 204).ııweber’ in tarih felsefesinin mihenk taşı olan “rasyonelleşme” kavramının en önemli örneğidir aslında bürokrasi. bütün işler kurallıdır ve belli bir düzene göre yürütülür. kişisellik yoktur ve insani değerlerin yok olduğu bir ilişkiler düzeni söz konusudur. weber bunu “demir kafes içindeki köleler” benzetmesiyle tanımlar. weber’ e göre de bürokrasi iyi bir şey değildir aslında (hümanizm açısından). ancak weber bunu “karizma” kavramıyla izah eder. karizma geleneksel inançlara göre tanrının insana bahşettiği özellikler ve ayrıcalıklardır.karizmatik otoriteye -iyi ya da kötü- tam inanç söz konusudur. weber bunun bürokrasiyi açıklamakta önemli olduğunu düşünür. çünkü kurumların başındaki karizma sahibi otoritelere olan inanç weber’ in yarattığı bürokrasi tipolojisiyle birebir örtüşmektedir. yani belli bir azınlığın büyük bir çoğunluk üzerindeki otoritesi söz konusudur. ancak bu, monarşik düzende bildiğimiz bir tahakküm değildir. çünkü kitlelerin otoriteye kesin inancı söz konusudur.demokratik bir düzen ise weber tarafından yoğun bir şekilde eleştirilmiştir. çünkü weber insanın insanlar üzerindeki tahakkümünü kaldırmayı amaçlayan bütün fikirlerin “ütopik” olduğuna inanır (mommsen’den akt. swingewood; 1998: 224).weber’in bu düşüncesinin temel nedenlerinden birisi siyasi partilerin -demokratik düzende- bürokratik bir yapıya bürünmelerinin gerekli olduğuydu. bu da demokratik düzenin bürokrasinin artmasına neden olduğunu gösteriyordu. “demokrasi’nin gerçek amacı, kitleler üzerinde kişisel yetenekleriyle -politikalarla değil- önderlik kurmayı başaran karizmatik liderlerin çıkarılmasıydı” (swingewood; 1998: 224).görüldüğü gibi weber’e göre bürokrasiden kaçış mümkün değildir. weber bu konuda son derece kötümserdir. rasyonelleşmenin abartılmasıyla birlikte insanlar -weber’in deyimiyle- demir bir kafesin içindeki köleler haline gelmiştir. bürokratlar hiçbir şekilde belli kuralların dışına çıkamazlar ve bu onlara ayrıcalıklı bir konum sağlar. çünkü memur kendisinden daha üst konumda bir otorite tarafından atanmıştır. bu da ona yönetilen karşısında ayrıcalık kazandırır. mises memurları şöyle tasvir eder: “iyi niyet sahibi memurların samimiyetinden şüphe etmeyelim. bu memurlar halkın hodbinliğine karşı mücadelenin mukaddes bir vazife olduğu fikrine saplanmışlardır. kendilerini ebedi ve ilahi bir kanunun mümessilleri sanırlar” (mises; 2000: 70).ıııbürokrasi geçmişten bu yana incelendiğinde ideal bir tip değil; patolojik bir düzendir. weber’in kendisi de bürokrasinin tek başına ideal bir düzen olamayacağını itiraf etmişti (ki o bürokrasinin başka yan etkenler dahilinde ideal olduğunu söyler). insani değerlerin yok olduğu bir düzenin insanlar için ne kadar uygun olduğu zaten tartışmaların odak noktasıdır. bugün bir devlet dairesine gittiğimizde oradan oraya imza attırmak için koşuşturan insanlar sanırım yorumsuz bir örnektir. bürokrasi gün geçtikçe insan hayatını kalıplaştırmakta ve yok etmektedir. 19. yy almanyası bugünün habercisidir aslında. berlin üniversitesi rektörü emile du bois-reymond’un şu sözleri bürokrasinin geldiği noktayı özetlemektedir belki de: “biz, kral sarayı karşısında kain berlin üniversitesi, kuruluş gayemiz icabı hohenzollern hanedanının entelektüel muhafızlarıyız” (mises; 2000: 77).bürokrasi toplumun her kesiminden insanı demir kafes içerisine almaktadır. çözüm ise weber’in de belirttiği gibi yoktur. mises da bu konuda kötümserdir. çözüm konusunda şu sözleri söyler: “eğer gençlik telkin altında tutulmamış ve ekonomi ilminin tetkikinden alıkonulmamış olsa idi; hükümet istibdadı ve totaliterlik istikametindeki cereyan daha henüz başlangıçta iken önlenebilirdi (mises; 2000: 76).çözümü sosyalizmde arayanlara ise weber’den düşündürücü bir cevap gelmiştir: “sosyalizm ise gücü adem-i merkeziyetçi bir şekilde dağıtmaktan ziyade, kaçınılmaz olarak kurumların ve bürokratik görevlinin diktatörlüğünün daha da merkezileşmesine yol açacaktır” (swingewood; 1998: 228).sonuç yerinebürokrasi çözümü olmayan bir hastalıktır. bizzat weber’in kendisi bile bir kere kurulduğunda kaldırılması çok zor bir düzen olduğunu itiraf etmiştir. birçok düşünür de değişik ideolojilerden bürokrasinin eleştirisini yapmışlardır. ancak görülen o dur ki bu patolojik düzenin çözümü –en azından şimdilik- yoktur. bunu doğal bir süreç olarak kabul eden weber’in bürokrasi kavramına en güzel cevap belki de swingewood’dan gelmiştir: “...kaçınılmaz biçimde merkezileşmenin büyümesine ve bir avuç insanın çoğunluk üzerinde egemenlik kurmasına, bu doğrultuda bağımsız ve canlı bir yapı olarak sivil toplumun çöküşüne yol açacağı anlaşılan bu rasyonelleşme süreci, weber’in toplumsal değişimin ve toplumun kendisinin insanın eylemlerinin ürünü olduğu görüşünde ısrar etmesiyle çelişkili bir duruma düşmektedir… onun bürokrasi ve demokrasi çerçevesindeki sosyolojisi uygun bir sivil toplum teorisinden yoksundu”(swingewood; 1998: 231).kaynakçaasimov, isaac (1997) imparatorluk, altın kitaplar, istanbul.giddens, anthony (1996) max weber düşüncesinde siyaset ve sosyoloji, vadi yayınları, ankara.mises, ludwig von (2000) bürokrasi, liberte, yayınları, ankara.swingewood, alan (1998) sosyolojik düşüncenin kısa tarihi, bilim ve sanat yayınları, ankara.weber, max (2005) bürokrasi ve otorite, adres yayınları, ankara.weber, max (1993) sosyoloji yazıları, hürriyet vakfı yayınları, istanbul.